İdam cezası, önemli bir tartışma konusu. Ölümle Yaşam Arasında, bu meseleyi ele alan ve tavrını en baştan belli eden bir film… “Bu ceza adil değil ve bazen masumları da kendine kurban seçebilir”. Ancak filmde yolunda gitmeyen birçok nokta var ve bunları takip ettiğimizde yolumuz hep aynı kişiye, yönetmene çıkıyor. Huylu huyundan vazgeçmezmiş. İngiliz Alan Parker, yine yapacağını yapmış ve kağıt üzerinde etkileyici bir finale sahip olan senaryoyu, sallantılı bir anlatımla olabilecek en kötü şekilde çekmiş. İyi bir anlatıcının elinde sarsıcı bir yapıta dönüşebilecek film, Parker’ın tercihleri nedeniyle çok kan kaybetmiş.
Tim Robbins bundan 8 yıl önce Dead Man Walking’i çekmişti. Helen Prejean’ın kitabından senaryoyu da uyarlayan Robbins, hem değerli metni, hem de ölüm cezasının her iki taraf açısından getirdiklerini yansıtışıyla tüyleri diken diken eden bir başarı göstermişti. Parker’ın filmi de ölüm cezasını masaya yatırıyor. Ama ne yazık ki, konu masada/tahtada kalıyor. Parker, ana karakterinin hikayesinden yola çıkarak konuyla ilgili meramını anlatmak yerine, yargısına hemencecik ulaşıyor ve hikayenin, finalinde doruğa çıkması gereken güzelliği ortadan kalkıyor. Bu cümleleri boşa sarfetmedik tabi. Filmin anatomisine, daha doğrusu otopsisine birazdan geçeceğiz ama önce neyin üzerinde konuşacağımızı hatırlayalım.
Dr. David Gale(Kevin Spacey), idam cezası karşıtlarına destek veren ve birçok eyleme katılan, saygın bir profesördür. Ancak Gale’in hayatı, öğrencilerinden biriyle yaşadığı yasak ilişki nedeniyle bir anda altüst olur. Önce kız tarafından tecavüzle suçlanır. Ardından eşinden ve çok sevdiği oğlundan koparılır. Aklanmasına karşın tecavüz suçlaması üzerinde kalıcı bir lekeye dönüşür, güneş balçıkla sıvanır, Dr. Gale’in üniversite kariyeri de sona erer.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Gale, savaş karşıtlarının sözcülerinden, yakın arkadaşı Constance Harraway (Laura Linney)’e tecavüz etmek ve öldürmekle suçlanır. Yıllarca mücadele ettiği idam cezasına çarptırılan David Gale, infaza üç gün kala genç ama sertlik yanlısı (!) gazeteci Bitsey Bloom (Kate Winslet)’dan kendisiyle röportaj yapmasını ister. Üç gün süren bu röportaj, Bloom’un önyargılarını sarsan bir deneyime dönüşecektir. Gale’in hayatı, bu genç kadının ellerindedir.
Bitsey çetin ceviz bir muhabir. Öyle ki, sırf bu yönü vurgulansın diye yanına, stajyer rolünde zayıf bir karakter yerleştirilmiş. Ama Bitsey, Dr. Gale’in anlattıklarından sonra öyle bir hale geliyor ki, artık gözyaşlarını tutamıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Bu hayli zorlama dönüşümün ardından Bitsey telaşlanıyor ve Dr. Gale’in hayatını kurtarmaya çalışıyor. Ama Parker, geriye-dönüş sahnelerini o kadar uzun tutuyor, gerçek zamana dönmemizi o kadar geciktiriyor ki, belki de bu yüzden Bitsey’in infazı engelleyebilmek için elinde sadece birkaç dakikası kalıyor. Hatta Parker’ı bu nedenle, kasıtsız adam öldürme suçundan tutuklamak bile mümkün olabilir! Çünkü yönetmen, aynı zamanda senaryonun da yönetmenidir. Oysa Parker, yazılı metinde hoş duruyor diye geriye-dönüşler’i olduğu gibi filme yansıtmakta beis görmemiş. Üstelik geriye-dönüşler filme homojen biçimde de yerleştirilmemiş.
Burada, anlatımı bozan bu kurgu tercihine gelmişken bir parantez açmak istiyorum. Geriye dönüş’lerin büyük yer ve önem kapladığı filmlerde yönetmenler genellikle, bu sahnelerle filmsel zamana ait sahneleri farklı zaman dilimlerinde çekerler. Örneğin bu filmde Parker’ın yapım notlarında da belirttiği gibi, Spacey’in sarhoş bir halde sokakta Socrates hakkında konuştuğu sahne, ünlü aktörün çekilen son sahnesi. Bu sahneden sonra bir kutlama partisi ve Spacey’in sete veda edişi…
Dramatik yapının ortalarında yer alan bu sahnede Kevin Spacey çapında bir oyuncu, şüphesiz nasıl bir psikoloji içinde olması gerektiğini bilir. O sahnede, dramatik yapıya uygun bir ruh haline bürünür. Ama acaba, yönetmen de bürünebilir mi? Ya da şöyle soralım: Her yönetmen, bunun altından kalkabilir mi? O sahneyi çekip oyuncuyu setten gönderirken, “acaba bu sahneyi filmde daha ön plana çıkarabilir miyim” diye düşünmez mi? Onbinlerce feet filmle kurgu masasına oturduğunda bir yönetmen, o sahne için planladığı kurgu tercihlerinden sapma yaşamaz mı? Yaratıcılık devamlılığı olan bir duygu ise, bir yönetmenin bu sorunları yaşaması bazen kaçınılmaz bir hale gelmez mi? Doğal karşılanmaz mı?
Geriye-dönüş sahnelerini önce çekip filmsel zaman sahnelerini sonraya bırakmak, yapımcı stüdyonun verdiği paranın ve oyuncuların programının getirdiği koşullara göre zorunluluk haline gelebilir. Bu bakımdan Parker’ı eleştirmiyoruz. Ama, dramatik yapının aksadığı birçok filmde, anlatım/kurgu sorunlarının göze batmasında acaba bu “profesyonel”liğin bir kusuru olabilir mi diye de, düşünmeden edemiyorum.
Parker’ın en büyük sorunu, genellemeci olmasında. “İstisnalar kaideyi bozmaz”cı olmasında. Hatta bu söz, filmin sonunda eyalet valisi tarafından dile getiriliyor. Belki de idam cezası karşıtı bu film, aksayan dramatik yapısını -nasıl beceririz bilmem- görmezden gelsek bile en çok bu noktada dağılıyor, infilak ediyor. Bir anlatıcı, hele hele sinema gibi zamanın çok değerli olduğu bir sanat üzerinde çalışan bir anlatıcı, elbette bazı genellemeleri kabul edecek ve yeri geldiğinde minimalist tercihler yapacak. Ancak minimalist tercih yaparken başarılı olmanın gereği, doğru kısaltmalar yapmaktır.
Genellemeler, birçok ayrıntıyı görmemizi engeller. 100 kişinin çalıştığı ve bunlardan 70’inin şimdi veya geçmişte alkol sorunuyla karşılaştığı bir kurum, “alkolik” sıfatını taşımalı mı? Yoksa, çalışanlarının yüzde 70’inin alkol sorunu yaşadığı bir kurum olarak mı tanımlanmalı? Bir bardağın yarısından fazlası doluysa, “dolu” veya “boş” tanımlarından birini seçmek zorunda mıyız? “Bardağın yarısından fazlası dolu demek” bu kadar mı zor? Neden iki uç yargıdan birine varmaya çalışıyoruz? Neden herşeyi, kalıplaştırma gereğini duyuyoruz? Eğer böyle yaparsak, iyiliğin içindeki kötülüğü, kötülüğün içindeki iyiliği ne ile açıklayacağız? Yoksa görmezden mi geleceğiz?
İşte Parker, insanları ve olayları, bırakın birkaç taneyi, bazen sadece tek bir örnekten yola çıkarak tanımlamaya çalışıyor. Filme çekmeye değer bulduğu konuları, çoğu zaman tam olarak kavrayamamasının nedeni de bu. Az sayıda örneğe bakıyor, çabuk dolduruşa geliyor, yanlış insanlarla takılıyor. İnce eleyip sık dokuma yerine, bazı tüccarlardan hazır dokumalar satın alıyor. Tıpki Sir ünvanı gibi…
Acaba, bir anlatım aracı olarak sinemada; kaş yapayim derken göz çıkarmakta bu kadar usta, politik doğruculuğu bu kadar kötü oynayan, ele aldığı konuyla ilgili tavır alması gerektiğinde, doğru tarafta yer alsa bile bunu eline yüzüne bulaştırmayı bu denli iyi başaran biri daha var mı acaba? Geceyarısı Ekpresi’nde, bozuk yumurta bırakan birkaç tavuk için bütün çiftliği yakan da Parker değil miydi?
Ölümle Yaşam Arasında’nın idam karşıtı olduğu söyleniyor. Peki, Parker, idam cezası karşıtlarını nasıl gösteriyor? Eyalet Valisi ile canlı yayına çıkıp onu konuşarak alt eden Dr. Gale, hırsını dizginleyemiyor ve avantajlı konumunu bir anda kaybediyor. Hallaway, bütün yaşamını idam cezasının kaldırılmasına adıyor, hatta filmin filoloji profesörü senaristi sayesinde çok etkileyici bir konuşma da yapıyor. Ama ortalıkta bakımsız ve hastalıklı bir halde dolanan Hallaway, sanki cezalandırılır gibi kan kanseri hastası çıkıyor. Hallaway’in dramı, Dr.Gale’inkinden az değil…
Bu rolde, tuttuğum oyunculardan Laura Linney’i izlemek gerçek bir zevk. Linney’i, daha çok Edward Norton’un göze battığı Primal Fear’dan beri takipteyiz. İngiliz oyuncu Kate Winslet de, replikleri çok iyi olmasa da emek vermiş. İngiliz aksanını başarıyla saklamakla yetinmeyip üzerine Doğu Amerika şivesini de eklemiş. Kevin Spacey ise, belki de mükemmelliğin ve istikrarın kaçınılmaz handikapı olarak kendini tekrar eder gibi. Genç öğrencisiyle yaşadığı cinsel ilişkiden sonra onun aynadaki aksine bakan, Olağan Şüpheliler’in Verbal’ıydı. İşini kaybettikten sonra koridorda yalpalayarak yürüyen ise Se7en’daki John Doe’ydu. Salonda öğrencilerine etkileyici bir konuşma yapan ise Pay It Forward’daki Eugene’dı. Bu arada Dr. Gale’in isteksiz avukatı rolünde karşımıza çıkan Leon Rippy, özellikle diş yapısı nedeniyle mutlaka bir vampir filminde oynamalı sanki…
Eğer içinde animasyon ya da video-klip varsa, hatta film bir müzikalse, Alan Parker’ın, klip ve reklam yönetmenliğinden gelen avantajlarını kullandığını teslim etmek gerek. Ama dedik ya, Parker hazır dokuma kullanıyor. Sistem karşıtlığının manifestosunu yazan Pink Floyd’un ününden yararlanıp aslında Roger Waters’ı övmeye yarayan Pink Floyd The Wall filminde olduğu gibi. The Fame, The Commitments ve Evita gibi müzikal filmleri de, yönetmenin keyifli dönemleri olarak görmek mümkün. Gerçi Evita’daki güzel görüntülerin daha çok, Se7en’daki atmosferi yaratan adamlardan görüntü yönetmeni Darius Khondji’nin elinden çıktığından şüphelensem de. Bütün bunların yanında Alan Parker’ın, Birdy ve Angel Heart gibi filmlerini beğenmemek mümkün değil. Ama bu iki filmle ilgili ne zaman fikrim sorulsa, yönetmeni aklıma en son geliyor.
Yönetmeni her ne kadar eleştirsek de Ölümle Yaşam Arasında, ele aldığı konunun önemi, oyuncu performansları ve yazık olmasına karşın finaliyle, belli artılara sahip bir film. Bu nedenle, hakkında tek kelimelik yorum yapmakta zorlanacağımız, “iyi” ile “kötü” arasında bir yapıt. Yani 2 uç yargı arasında bir yerlerde. Ama dedik ya, belki de, bu ikisinden birini seçmek zorunda değiliz.
Ölümle Yaşam Arasında
Yönetmen: Alan Parker
Oyuncular: Kevin Spacey, Kate Winslet, Laura Linney, Gabriel Mann, Rhona Mitra, Leon Rippy, Matt Craven, Chris Warner
Senaryo: Charles Randolph
Görüntü Yönetmeni: Michael Seresin
Prodüksiyon Tasarımı: Geoffrey Kirkland
Kurgu: Gerry Hambling
Sanat Yönetimi: Steve Arnold, Jennifer Williams
Kostüm: Renee Ehrlich Kalfus
Set Dekorasyonu: Jennifer Williams
Müzik: Alex Parker, Jake Parker
Yapım Stüdyosu: Universal Pictures
Türkiye Dağıtımı: New Films
Gösterim tarihi: 12 Aralık 2003