Yazar Şebnem İşigüzel son romanı Kirpiklerimin Gölgesi’nde 11 yaşında annesini öldüren bir kız çocuğunun gözünden dünyaya bakıyor. İşigüzel, “Başkalarının acılarına bakmayı bilmiyoruz. Edebiyat, hayatın ayıplarıyla yüzleşmemizi sağlar” diyor.
Böyle bir konuda yazma fikri nasıl oluştu?
Bu benim hikâyem. Bunu anlatmak zor olacak ama ben romandaki çocukla aynı yaşlardayken özel bir evde tutuluyordum. Anlarsınız işte çocuklardan hoşlanan adamların gelip gittiği özel bir ev. Sonra, pencereleri tıpkı romandaki gibi demirli bu evden kaçmayı başardım. On altı yaşına kadar İstanbul’un batakhanelerinde yaşadım. Şimdiki kocamla, kendisi bildiğiniz gibi tanınmış bir fotoğrafçı, bu batakhanelerde foto röportaj tarzı bir iş yaparken tanıştım. Buradan kurtulmama yardımcı oldu.
Okuma yazmayı on altı yaşından sonra öğrendim. Eğitim almaya bu yaştan sonra başladım. Ardından ilk kitabım Hanene Ay Doğacak’ı yazdım ve 1993 yılında Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazandım. Bana inandınız mı? Hikâyeme inandınız mı? İşte bu romanı yazma fikrini bana veren, üç yıl önce Seul’de yaptığım ‘Roman ve Hayalgücü’ konulu konuşmamın başlangıcı. Kendi uyduruk hayat hikâyemi anlatırken, salonun sessizliği ve gerginliği bu roman fikrinin ilk işaretini çaktı. Sonra sözünü ettiğiniz o zavallı kız çocuğu, bana romanımın ilk cümlesini hediye etti.
Peki bir çocuğu ‘kötü’ yapan nedir?
Çocuklar çok doğal. Doğal oldukları için de vahşiler. Ama çocukların saflığından söz edebiliriz elbette. Onları tuzağa düşüren işte bu. Bence kötülük iki şekilde var olur. Ya doğuştan getirisiniz onu, o zaman yazık size… Ya da devlet, sistem, aile, çevre sizi kötüleştirir. O zaman da yazık size.
Romandaki küçük kızın annesini nasıl tarif ediyorsunuz?
Muhtemelen bir zamanlar başına şimdi kendi kızının başına gelenler gelmiştir. Küçük kızın müthiş bir iç dünyası var. ‘Bu zamanın peygamberi’ gibi bir hali var. Romandaki annenin kendisini iyileştiren bir iç zenginliği yok.
Ağabeyin lümpen karakteri ve faşizmin ruhuna işlediği bir toplum var sanki arka planda.
Evet. Doğru bir tespit. Türkiye’deki milliyetçiliği çok tehlikeli buluyorum. Muhafazakârlıktan daha tehlikeli. Çünkü milliyetçilerin vicdan sorunu var. Romanın o çirkin milliyetçi ağabeyi bu sistemin yarattığı beyaz bereli katillerden başkası değil. Toplumdaki faşizm, devletin elindeki o beyaz bereli katil gibi semirdikçe semiriyor. Romandaki milliyetçi ağabeyi yazmamın müsebbipi bunlar. Ben romancıyım. İşim başkaları olmak, başkalarını anlamak. O kesimde ciddi bir yoksunluk görüyorum. Hayat, eğitim, bir sürü şeyin yoksunluğu. Bu yoksunlukların yerine konulmak istenen şey içler acısı, yalan yanlış bir vatanseverlik.
Türkiye’de genel olarak susulan konuların da üzerine gidiyor roman.
Başkalarının acılarına bakmayı bilmiyoruz. Bu dertli konularda takınılan edepsizliğin yerini suskunluğun alması bile bir aşamadır. Ermeniler bu topraklarda büyük acılar yaşadılar. Kürtler ayrımcılığa uğruyor. Bunu görelim artık. Gözlerin gördüğünü, yaşananları inkâr ediyoruz. Romandaki iki yaşlı kadının anlattıklarıyla yüzleşmenin zamanı geldi. Çünkü bu inkâr politikaları bizi birleştirmiyor, ayırıyor. Edebiyat hayatın ayıplarıyla yüzleşmemizi sağlar. Bu yüzleşmeden korkmayalım.
Kitabın girişindeki Marx’a ait epigraf hakkında ne düşünüyorsunuz?
Marx baba yerden göğe haklı tabii ‘Ailesi olmayana ne mutlu!’ Bir okurum ‘Hanene Ay Doğacak’tan beri her eserinizde aileye çakıp çakıp nasıl bir aile kurabildiniz kendinize?’ diye sormuştu. ‘Benim bir ailem yok ki!’ demiştim ona. Kendimi bildim bileli tek başıma ve özgürüm ben. Aslında herkes böyledir.
‘Kitabı okurken aklıma Foucault’nun 19. Yüzyılda Bir Aile Cinayeti adlı kitabı geldi. O dönem ebeveyn katli imparatoru öldürmekle aynı sınıfa giriyor çünkü imparator halkın ‘baba’sı. Kitapta bu tür bir göndermeden söz edebilir miyiz?
Var tabii. Annemi öldürdüm ama katil değilim diyen küçük kızı perişan eden, koruyamayan, ona yapılan kötülüklere karşı caydırıcı olamayan bir sistem var karşımızda. Çocukların ve kadınların kaderinin kötü olduğu toplumlarda resmi ideoloji ve devlet suçludur. Tıpkı romandaki gibi istismar edilen çocuklarıyla bu toplumun bir vicdan sorunu var. Vicdan yaratmak en kıymetli eğitimdir. Eğer bu toplumun yetişkinleri kendilerine vicdan kazandıran bir eğitim almış olsalardı bugün bu ağır gündemler yaratılmazdı.
Sinemada ve edebiyatta yoksullukla kötülük arsında doğrudan ilişki kuran eserlerin sayısında artış var. Kirpiklerimin Gölgesi’nde ise isyan ve değiştirme arzusu var.
Doğru. Kötülükte yoksullar da zenginler de herkes eşitlenir. En büyük zenginlik kafamızın içinde taşıdığımız dünyanın zenginliğidir. Hayatı basitleştirdikçe huzur bulursunuz. Romandaki küçük kızın dünyası bu. Mucizeleri, kirpikleri kadar çok umutları, hayalleri, romanın sonunla söylediği o güzelim şey bu basit hayatının ona sunduğu hediyeler…
Şebnem İşigüzel’in sekizinci kitabı
1973 yılında Yalova’da doğan Şebnem İşigüzel, İstanbul Üniversitesi’nde antropoloji okudu. İlk kitabı Hanene Ay Doğacak 1993 yılında yayımlandı. Aynı yıl Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne değer bulundu. Sonra sırasıyla Öykümü Kim Anlatacak (öykü, 1994), Eski Dostum Kertenkele (roman, 1996), Neşeli Kadınlar Arasında (deneme, 2000), Kaderimin Efendisi (öykü, 2001), Sarmaşık (roman, 2002) ve Çöplük (roman, 2004) adlı kitapları yayımlandı. Şebnem İşigüzel aynı zamanda bir kız çocuğu annesi.