Aydilge Connection
aydilge öyküleri
Aydilge Sarp
aydilge sarp
 Clara
Diğer Öyküler   

Sabah kalkınca, aynanın karşısına dikildi. Kıvırcık saçından bir tel çekince, telin burnunun ucuna kadar uzadığını gördü. “Kurt adam gibi dolaşmamalı” diyerek, berbere gitmeye karar verdi.

Kahvaltı etmeden -tek başına kahvaltı etmek hiç içinden gelmezdi- çarçabuk giyindi. Hepsi hepsi bir ayna, bir yatak; üstüne laf olsun diye birkaç parça bir şey konulmuş uyduruk bir çalışma masası ve dört duvardan oluşan yalnız odayı terk etti. Sokak kapısını açarken “Akşama ne yemek istersin?” diyen bir ses duyası geldi ama çıt çıkmadı. Ev, kendisi kadar yapayalnızdı.

Berberde oturmuş traş olurken, arasıra aynaya kaçamak bakışlar atıyor, başka birini izlemekten utanırcasına, gizlice kendini seyrediyordu. O; ne uzun, ne kısa, ne şişman, ne zayıftı, ne yakışıklı ne de tipsizdi. Onu betimleyebilecek tek söz, betimleme sanatı yapmaya deymeyecek kadar sıradan oluşuydu.

Ne de olsa betimleme, benzetmelerle, sıfatlarla gerçekleşir ama fazlaca normal bu adamı herhangi bir sıfatla nitelendirmek, bir türe veya kalıba sokmak mümkün değildi. En basitinden; birinin gözlerini denize, burnunu hokkaya benzetebilirsiniz ama onun gözleri ne denize ne de göğe benziyordu. Burnu ne kerpeten gibi, ne de hokka gibiydi. Gözleri göze, burnu burna benzemekten başka bir özelliğe sahip değildi.

Eli gazeteye uzandı. Cumartesi yapacak bir işi olmadığı için gazetede reklamı yapılan sergiye gitmeye karar verdi. Filmlerde ve televizyon programlarında sergi ve benzeri yerlere hep entelektüel sınıfın katıldığını izlediğinden, yalnız çok önemli günlerde giydiği takım elbisesini giydi. Babasının cenazesi, kardeşinin düğünü ve bu gün gideceği sergiyle beraber topu topu üç kere giymiş olacaktı bu elbiseyi. Elbisenin ne cenaze, ne düğün, ne de sergide giyilmemesine yol açacak aşırı bir tarafı olmadığından birbirinden alakasız üç ortamda birden giyilebiliyordu.

Sergiden içeri attığı ilk adımlar, üst sınıfın arasına gizlice giren bir yabancının adımlarıydı. Ama sonra şunu gördü ki, aristokrat aileler, zengin evliler; kocalarını kaybetmiş olsalar da, güzelliklerinden bir şey kaybetmemiş dul ve zarif bayanlar ve onların mücevherlerle kaplı kart bedenleri; ya da filozof sakallı, profesör gözlüklü, şiş göbekli beyler yoktular orada. Düşündüğünün tam tersine, tıpkı onun gibi yapacak bir işi olmadığından oraya gelmiş birkaç kişi dolaşıyordu ortalıkta. Onlar yarım saatlik bir gezinti yaparak tatmin olur, sonra yine kendi sınıflarının gıcırdayan kapılarından içeriye girerlerdi.

Adam onu gördü ve o anda aklındaki tüm soylular uçup gitti. Gördüğü en büyük güzellik, karşısında zarifçe oturuyordu. "Böyle bir güzelliği betimleyebilcek br yazar olamaz," diye düşündü. Onu tarif edebilecek tek şey, tarif edilemez oluşuydu. Bir bayanın boynunu kuğununkine, gözlerini de bir ceylanın gözlerine benzetebilirdi. Ama onun gözleri ceylanınkine, boynu da kuğununkine benzemiyordu ki. Eşi, benzeri bulunmayan bir güzelliği kim betimleyebilir?

Adam ona ilk görüşte aşık olmuştu. Kalbinde soba yanıyormuş gibi terliyordu ama elleri derin dondurucudan yeni çıkmış gibiydi. “İki üç kelimeyi bir araya getirirsem, belki tanışabilirim onunla,” diye düşündü. Tanrıya şükür kelimelerin merhametine geldi de tam beş kelimelik bir cümle kurabildi: “Güzel çok değil mi resimler?”

Ne yazık ki, haylaz kelimeler yanlış yerlere konmuştular. Yine de adamın bu saflığı, bayanın hoşuna gitmiş olacak ki, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle ona karşılık verdi. Adam bundan cesaret alarak sohbeti koyulaştırdı. Sergi kapanana dek beraberdiler; sonra ayrılmak zorunda kaldılar ama fiziksel bir ayrılıktı bu; çünkü soylu bayan bütün eşyalarıyla beraber çoktan taşınmıştı adamın yüreğine.

Adam her gün, bayanı görmek umuduyla tekrar gitti sergiye ve onu hep o tatlı gülümsemeyle bekler buldu. Bir süre sonra, bayanın sadece yüreğine yerleşmiş olması yetmemeye başladı adama ve evine de taşınmasını istedi bayanın. Mahçup mahçup gülümsedi bayan. Gitmemek için hiçbir diretmede bulunmayışından, kararının onaylandığını anladı adam.

Adam ona ıssız evini kucağında gezdirdi. Çünkü bayan ellerini, kollarını oynatma yetisini doğuştan kaybetmişti. “Çocuk felci geçirdi herhalde,” diye düşünmüştü adam ama bu konuyu hiç açmamayı tercih etti. Kalbini yerinden oynattığı sürece varsın oynatmasındı ellerini kollarını.

Adam bayanı bir köşeye oturttu. Evi sevip sevmediğini sordu ona. Bu küçük evi çok sevmişti bayan. Artık yepyeni bir çerçeveden bakıyordu hayata. "Biliyor musun, seni seviyorum," diyerek utangaç bir gülümseme sundu adama. Adam mutluydu. Çılgınlar gibi ya da delicesine falan değil. Bu sade, katkısız bir mutluluktu.

O gece hiç susmadan konuştular. Güneş uykusundan kalkıncaya kadar, adam  kirpiklerini bir kez olsun indirmeden seyretti soylu bayanı. İşe gittiğinde, istediği zaman gözünde canlansın diye yüzüne uzun uzun bakıyor, bir resim gibi onu hafızasına özenle çiziyordu.

Kısa zamanda bütün hayatını, soylu bayan üzerine kurmaya başlamıştı.

Ona her gün hediyeler alıyor, şen şakrak kahkahalar atarak gününün nasıl geçtiğini anlatıyor, bazen onu kucağına alıp sokakları, bahçeleri gezdiriyor, pahalı bir mücevher gibi onunla dolaşmaktan gurur duyuyor, kucağında bir kadınla ne yaptığına anlam veremeyen yabancıları bir damla bile umursamıyordu.

Bütün acılarından kurtulmuş, mutluluğa gömülmüştü. Yağmurda sırılsıklam ıslanıp, pislik içinde eve dönüp de, sıcak bir duş alınca kavuşulan huzur gibi bir kadındı o. Üstelik bayan, her koşulda halinden memnun kalıyor, yüzünden gülümsemesi hiç eksik olmuyordu.

Bir gece kucağında bayanı yatağına taşırken birden ayağı kaydı ve ikisi beraber yere düştüler. Adam utancından ne yapacağını şaşırdı. Yerin dibini aramaya başladı. Bulamayınca, kendini affettirmak için ona değerli bir hediye yapmağa kara verdi. “Sana yepyeni bir hediye getireceğim, o zaman affedersin beni,”dedi. Onu öptü ve yattı. Sabah, kendisine ait çerçeve dükkanında, Clara için gelmiş geçmiş en güzel hediyeyi yapmaya koyuldu. Clara’nın her zaman olduğu gibi, bu hediyeyi de çok seveceğini biliyordu.

Elmastan kalplarle incelikle işlenmiş çerçeveyle eve geldi. Kırılmış camların altında, yerde yatan resmi eski çerçevesinden çıkarıp yenisine taktıktan sonra Clara’yı duvara, her zamanki yerine astı.

Diğer Öyküler   

Ana Sayfa  |  Biyografi  |  Küçük Şarkı Evreni  |  Sobe  |  Kilit  |  Şarkı Sözleri  |  Resim Galerileri  |  Kitapları  |  Öyküler  |  Söyleşiler  |  Greenpeace Projesi
Aydilge Connection     XML Site Haritası   RSS Feed   HTML Site Haritası
Bu sitenin dizayn ve içeriği See-Aych tarafından gerçekleştirildi. Bu site en iyi Internet Explorer ile 1024/768 ve 1280/1024 çözünürlükte görüntülenir. Aydilge'nin resmi web sitesi değildir. Aydilge ve EMI Music Türkiye ile herhangi bir resmi bağlantısı yoktur. Copyright © 2012
E-Mail