aydilge sarp
|
Julien
|
Diğer Öyküler
|
Kocaman camları olan kocaman apartmanların birinde oturuyordum. Bu koca camlar, karşılarındaki koca apartmanların kocaman camlarına bakarlar ve dairemin kocaman camlarının arkasından da küçücük minyon bedenimle bendeniz bakardım.
Camları, televizyon ekranına da, sinema perdesine de yeğlerdim doğrusu. Küçük ve rahat koltuğuma kurulur, cam ekranımdan karşı apartmanla canlı yayına geçerdim. Alfred Hitckhook'la aynı dönemde yaşasaydık, “Arka Pencere” filmini herhalde benden etkilenip çekerdi. Ama o filmde olduğu gibi camdan bakarken bir "cinayet"e tanık olmak bir yana, tek düze olaylarla bile nadiren karşılaşırdım ben; çünkü karşı apartman da, oturduğum apartman gibi gözlerini kapatıp boyuna uyurdu.
Apartmanlar uyur mu demeyin! Uyurlar. Hem de tüm daireleriyle beraber uyurlar. Bir tek benim dairem uyumaz beklerdi. Beklerdik. Camlarım, gözlerim ve ben... Belki perdeleri çekilmiş, uyuklayan karşı binanın gözlerinden birkaç tanesi açılıverir de tanışırız diye. Yalnızlığımızı çürütmek için. Saatlerce... Hiç uyumadan... Çürüyenin biz olduğunu farkedemeden. Camlarım, gözlerim ve ben...
Karşı gözlerden biri açılsa bile, artık bıkkınlık duyduğu dairemin gözlerini görünce yine kapanır, uyuklamaya devam ederdi. Bir iki gözle bakışmak isteyen, faltaşı gibi açılmış bu yorgun gözleri karşılıksız bıraktıkları için diğer gözleri suçlayamazdım bile; çünkü ben de bıkmıştım kendimden, camlarımdan ve gözlerimden.
İşte ben o gözlerden, uyuklayan beton dünyaya bakıp düşünürdüm; acaba Boudlaire'in bir zamanlar yaptığı gibi kendi penceresinden bakıp benim camımın arkasında nasıl bir dünya olduğunu düşleyen biri var mıdır diye. Benim masalımı kurup bazı bazı ağlayarak bu masalı yalnızca kendine anlatan biri?
Bir gece camın kenarında otururken, Boudlaire bana demişti ki “Güneş altında görülen, bir cam altında olup biten kadar ilginç değildir hiçbir zaman.”
Sonra kulağıma eğilip fısıldamıştı: “Çatıların dalgaları ötesinde, yüzü şimdiden kırışmış, her bir şey üzerine eğilen, hiç dışarı çıkmayan olgun, yoksul bir kadın görüyorum.”
Acaba gördüğünü düşlediği ya da düşlediğini gördüğü o kadın ben miyim diye düşünürüm hala. Onun yaptığını yapabilen var mıdır bilmiyorum ama ben büyük bir heyecanla bunu yapmaya uğraşıyor, tüm pencereleri, kapıları, sevgileri, aşkları, duyguları, düşleri birbirine kapanmış o betonarme mantık dünyasının kilitlerinin ardını görmeye çalışıyordum. Bir gün aynı Boudlaire gibi, “Kendimden başkalarında yaşadığım, kendimden başkalarında acı çektiğim için gururla yatıyorum,” diyebilmek için...
Ama ben Boudlaire değildim ve bunu yapmak hiç kolay değildi. Üstelik etrafta ne gök vardı ne deniz; ne bir çiçek ne de bir ağaç. Birbirlerini röntgenleyip durmaktan usanmış ve bakışsızlığı seçmiş, bir sürü gözlü beton bina arasında hayat dolu, canlı canlı bakan bir tek benim dairemin gözleriydi. Tam karşımda ise boş, cansız bir daire duruyordu. Solmuş, renksiz duvarların; musluğa sıkışıp kalmaktan usanmış taşıp coşmak isteyen suyun; üzerinde gezinen ayak izlerine hasret kalmış parkelerin; bu kasvetli ölü daireye can vermek isteyen elektiriğin; yemeksiz yemek odasının, yataksız yatak odasının, içinde kimsenin oturmadığı oturma odasının ve de benim tam canımıza tak etmişti ki, bir gün Julien adlı birinin daireyi satın almak istediği haberi geldi.
Böylece tüm duvarlar, odalar ve parkeler Julien'in yuvası olabilme umuduyla, onu taşınmaya ikna edebilmek için canla başla çalışmaya başladılar. Taa oturduğum yerden, durmak bilmez şıplamasını duymaya çoktan alıştığım su bile sesini çıkarmamak için musluğun iç kısmına iyice tutunmuş Julien'i bekliyordu. Duvarlar, boyaları dökülür de Julien beğenmez korkusuyla soluk almadan, hiç kıpırdamadan kaskatı duruyorlardı. Bir ara, etrafı parlak ve aydınlık göstersin diye güneşe ricada bulunduklarını duydum odaların. Rüzgar da tozları silip süpürmekte onlara yardımcı oluyordu.
Artık gözüm hep karşı apartmanın sekizinci katında, yuva olmaya hazırlanan o dairedeydi. Her saniyem, eve taşınacak Julien'in nasıl biri olduğunu düşlemekle geçiyordu. Zaten Julien ismine garip bir tutkum vardır. Ne zaman duygusallaşsam ya da romantik bir müzik çaldığında olmayan sevgilimi hayal etsem, hep Julien diye biri belirir aklımda. Tabii sırf adı Julien diye, hayallerimdeki sevgilimin karşı apartmana taşınacağı ümidini bir an önce aklımdan silmem gerekiyordu ama yine de gizli gizli bunu umduğumu biliyordum. Yine biliyordum ki hayat, hayallerimi hiç umursamayacak, kendi bildiğini okuyacaktı. Gene de elimde değildi. Julien'le göz göze geleceğimiz o anda birbirimize aşık olacağımız hayalini öyle çok kuruyordum ki, artık camın önünden hiç ayrılamaz olmuştum. Onu göreceğim günü bekliyor, ona şiirler yazıyor ve ona git gide daha çok aşık oluyordum.
Sonunda beklenen gün geldiğinde, ne yazık ki hayalimdeki Julien yerine, insan şeklinde patatesten bir adamın boş dairenin içinde dolaştığını gördüm. Yoo, ağladım sanmayın. Koskocaman ağzımla kahkahalar attım. Kendi kendime güldüm, hayallerime güldüm, yüreğimle dalga geçtim. Üzerimeyse şiirlerimin göz yaşları döküldü. Şu patates kılıklı adam uğruna yazdığım tüm şiirlerim, hayal kırıklığı içinde ağlaştılar. Ben ağlamadım. Güldüm.
Sonra, patates adam cama yaklaştı. Böylece, yüzünü daha iyi seçebildim. Bu bizim emlakçı Cafer Bey'di. Sevinçten deliye dönmüştüm. Demek oraya Julien'i evle tanıştırmak için gelmişti. Işıkları sönmüş yüreğimde sanki havai fişekler patladı. O sırada emlakçının arkasında Julien belirdi. İnce uzun yüzünün ayrıntılarını pek seçemiyordum ama narin yapılı, o uzun bacaklı adam benim aşkımdı işte, Julien'di! Benim Julien'im. Tanımıştım onu. Bu sefer gerçekler, hayallerimi kıramamışlardı. Hayallerim sapa sağlam, zafer çığlıkları atarak dimdik ayaktaydılar işte!
Julien cama yaklaştı. Beni gördü. Gözlerini bana dikti. Hiç durmadan bana bakıyordu. Ona “Seni seviyorum,” diye mırıldandım. Shakespeare bizi tanısaydı Romeo ve Juliet'i mutlaka bizden esinlenerek yazardı.
Emlakçı onu zorla kolundan çekip iç odalara sürüklemeseydi, bütün gün birbirimize bakıp duracaktık. Giderken son bir defa cama yöneldi. “Gitme, ne olur!” diye hızlı hızlı mırıldandım. Çaresiz bir ifadeyle elini salladı. En azından bana öyle geldi. “Ben de seni seviyorum,” dedi. O gittikten sonra bütün gece ağladım ve yüreğimde tutamadığım şiirlerim, göz yaşlarım gibi birer birer elimdeki kağıtlara döküldüler. Ayrı apartmanlarda oturan başka hiç bir çift, o uzaklıktan birbirilerini duyamazdı ama biz yüreğimizle, mırıltılarımızı bile duyabiliyorduk.
Bütün gece, camın önünden bir saniye olsun ayrılmamıştım. Onun da başka bir yerlerde sürekli olarak beni düşündüğünü hissediyordum, tabii yine yüreğimle...
Julien, sabahleyin eşyalarıyla birlikte geri döndü. Heyecandan tittriyor, gülüyor muyum, ağlıyor muyum ayırdedemiyordum. Yeni evine çıkması sadece bir iki dakika alırdı ama daha fazla sabredemiyordum. Sanki bütün gece, hatta bütün bu yıllar boyunca karşı apartmana bakıp onu sabırla bekleyen ben değildim. Ama yüreğim Julien'in karşı camda belirmesini bekleyemeden, benden önce davrandı. İçimden fışkırarak karşı apartmana koştu ve merdivenlerde karşıladı onu.
Julien, bir iki saniye sonra camda belirdi. Bana uzun uzun sevgiyle baktı. Sonra birdenbire yerinden fırladı, hızla geriye dönüp evin iç tarafına yöneldi. Ne yaptığını görmeye çalışıyordum. Henüz eşyaları yerleşmemiş bomboş odanın tam ortasında duran çantaya benzer bir şeyden, ne olduğunu seçemediğim başka bir şey çıkardı ve camın önündeki eski yerine heyecanla döndü. Bu bir kemandı. Onu okşayarak çenesinin altına götürdü. “Bu senin şerefine” diyerek bana baktı ve kemanı çalmaya başladı.
Duyuyordum, gerçekten duyabiliyordum. Belki kulaklarım yetersizdi ama yüreğimle duyabiliyordum. “Sen bana şiirler yazarken, ben de sana binlerce beste yaptım,” diyen tüm notaları dinleyebiliyordum. Sanki her nota, onun bana söylemek istediklerini taşıyan birer sihirli mektuptu. Ben bunları düşünürken, o gözlerini bir an olsun benden ayrımadan kemanını çalmaya devam ediyordu. Hemen notalara seslendim. “Alın” dedim, “Bu şiirimi ona götürün”.
Kemanını bırakmadan şiirimi dinlemeye ve beni seyretmeğe başladı. Bakışları, bana sıkı sıkıya sarılıyor, “Seni seviyorum, seni seviyorum,” diye haykırıyorlardı sanki. Birbirimizi duymasak da, birbirimize dokunmasak da hissedebiliyorduk sevgimizi. Eline kemanını her aldığında, notalar bana aşkını taşıdılar. Ben de yeni şiirlerimi gönderdim ona ve aramızdaki bu büyü, günlerce devam etti.
Ama, ben sonunda her şeyi mahfettim. Yetmedi bana yürekle görmek, yürekle dokunmak. Pat diye kapı çalsın, beni kollarına alsın, hemen yanı başımda olsun istedim. Ama o, camın önünden kıpırdamadan elinde kemanıyla bana şarkılar çalmaya devam etti. Bununla yetinemediğimi anlayamadı.
Bir gün ona şiirlerimi postaladım, ama mektubum eline geçtikten sonra artık cama çıkmamaya başladı. Bunun nedenini anlamıştım. Sanki o, şiirlerimi okuyabilmek için onları kağıda aktarmama muhtaçmış gibi, sayfaları koymuştum aramıza. Aşağılamıştım onu. Yüreğinin gözlerine kör muamelesi yapmıştım. Oysa Julien, yüreğiyle okuyabiliyordu her şeyi.
Aramızdaki o kutsal ışığı, nasıl oldu da cılız bir mum ışığına dönüştürdü diye aklıma düşman oldum. Göğüs kafesime sıkıştı yüreğim. Beş duyunun beşini de istemiyordum artık.
Uzun süre, Julien'e kendimi affettirmeğe çalıştım. Onunla konuşmak için günlerce uğraştım ama birkaç hıçkırık takıldı dişlerime. Yüreğim kan ağladı. Kan damlaları soğuk parkelere düştü ve ben pencereye koştum. Evinin gözleri kapalıydı. “Evin de, sen de uyumuyorsunuz,” dedim. “Beni kandıramazsınız. Göz kapaklarına kilit vursan da yüreğine vuramazsın; çünkü beni sevdiğini biliyorum. İzin ver, yüreklerimiz birbirine yeniden dokunsun. Affet beni ve lütfen yüreğini dört aç çünkü şiirlerim de benim gibi yüreğine sığınmak istiyorlar.”
Şiirlerim hiç bir şeyi düzeltemedi. Bir kere bile pencereyi açıp bakmadı bana. Artık dayanamıyordum. Camdan ayrılmak zorunda kalacağımı bilsem de, yıllar sonra ilk defa sokağa çıkmaya karar verdim. Ona kavuşmak için duyduğum arzu, gerçekliğin, açlıktan gözü dönmüş bir kaplan gibi dışarda beklediğini unutturmuştu bana.
Julien'in dışarı çıktığını gördüğüm o gün ardından gittim. Dış dünyanın çekimi yüreğimde gelgitler oluşturmaya ben daha merdivenlerden inerken başlamıştı bile. Ama, korkularımda boğulup dipte kalmamaya kararlıydım bu sefer. Zor olanı, akıntıyla boğuşmak pahasına gerçeklikle yeniden karşılaşmayı göze aldığım için kendimle gurur duyar gibiydim.
Ve de yaptım. İşte şu kaldırımın tam ortasında, eksik, bölük pörçük ve çarpık benliğiyle dikilen ben değil miydim? Geçekliğin içindeki bu duruşuyla yamuk bir heykele benzeyen? Müthiş bir değişim geçirip, normal ötesi bir duygusal deneyim yaşayacağımı sanan aklım ise yanılmıştı. Hiçbir şey göremiyordum ki! Dışarda gibi görünsem de içerdeydim çünkü; Julien'in aşkının içinde... Dışarının içinde, hayalin içinde, gerçeklikten uzak, Julien'e yakındım. Taa ki o, karşı kaldırımdan bakıp beni görmezden gelene dek.
Öfkelendim, soğuk yemiş sıcak bir cam bardak gibi çatladım. Sonra da koşup önünü kestim: “Beni sevdiğini biliyorum,” dedim. “Hatamı da biliyorum ve özür diliyorum. Neden bu kadar zalimsin, neden hala affetmiyorsun beni?”
Yalvaran sesim bile onu yumuşatamadı. Beni hiçe sayarcasına yüzüme bakmıyor, gözlerini uzaklarda bir yerlere dikmiş, kaskatı duruyordu: “Görmekten en fazla mutluluk duyduğun varlığın ben olduğumu sanmıştım,” diye zar zor mırıldandım. O ise hala bakışlarını yüzüme değdirmeye tenezzül etmiyordu.
“Yüzüme bak, yüzüme bak!” diye haykırdım. “Beni böyle görmezden gelemezsin!”
“Afedersiniz” dedi. “Afedersiniz ama ben sizi görmezden gelmiyorum, çünkü ben zaten görmüyorum. Körüm ben, gözlerim görmez benim. Herhalde başka birine benzettiniz.”
Camdan miğferim çatladı. Paramparçaydım. Tanıdığınız bir uhu var mı acaba?
|
||
Diğer Öyküler
|