aydilge sarp
|
Çocuksu Heyecanlar
|
Diğer Öyküler
|
Yaşanan duyguyu sanki başka bir şey kalmamış gibi “İçim dolup dolup taşıyor” laflarıyla tasvir etmek, belki çok basit bir hareket, bir yetersizlik belki de. Ama bence bu laf öz benliğinde; göründüğünden çok büyük anlamları yaşatıyor. Arzu ve heveslerim bedenime sığmayarak taşıp dışarı fışkırıyorlar ve bir de bakıyorum, içim bomboş kalmış.
İşte bu kısa süreli, birbirlerini takip eden dopdoluluk ve bomboşluk halleri, bir şişip bir zayıflayan vücutlarda deri nasıl çatlıyor, zedeleniyorsa, Benliğimi de öyle bozuyor. Uykunun verdiği hantallık ise vücudumda gezinti yapıyor. İç sıkıntım da, evet bu davetsiz misafir, bu utanmaz, kaba yaratık vücudumu kendisininmiş gibi hırpalıyor, tüm iç organlarımı zedeliyor.
Bedenime kamp kurdu rezil. Benim umutlarımı, çocuksu hırsımı, yaşama sevincimi odun yerine koyup yakıyor. Yüreğimde bir piknik sofrası kuruyor, bu sofrada beni her saniye yiyip bitiriyor. Benle midesini o kadar çok dolduruyor ki, en sonunda şişip uykusu geliyor da, işte o zaman biraz olsun rahatlıyorum.
Gerçi o kadar çok horluyor ki, verdiği rahatsızlığın azaldığı bu zamanlarda bile, varlığını unutmak mümkün olmuyor. Oh biraz rahatladım diyemeden tekrar uyanıyor, daha dinç, daha kuvvetli ve daha aç…
Onüç, ondört yaşlarının bitmez tükenmez hayalperestliğiyle gerçekleri görmeme kabiliyetini (evet ben bunu bir kabiliyet olarak görüyorum) hep kıskanırım. Acının daha yıkıma uğratmadığı o saf bedenler nasıl da kıpır kıpırdırlar. Ben şunu yapacağım, ben bunu yapacağım derler. Sesimiz nasıl da gür çıkar.
Ama yıllar geçtikçe bu tatlı ses, cıpcılız bir ıslığa dönüşür. Kimse duymaz olur bizi. Biz bile bizi dinlemez oluruz. Hem ne gerek vardır ki birşeyler yapmaya. Nasılsa acı denen başbelası velet gelir, evirip çevirir, sonunda bozar yaptığımızı. Çürük dişlerini gösterir, sırıtır ve sonra da hiçbir şey olmamış gibi çeker gider. Nereye mi? Tabii ki başka birinin dünyasını yıkmaya.
İşte bu, hayatın insanı pasifleştirişinin bir özeti oldu. Daha otuzlara gelmeden, o iddialı hayaller yerlerini “İşte hayat böyle, ben de herkes gibi bir hayat yaşayayım bari” mantığına bırakır. Ve geleceğin ünlü şairleri, kalem dayanmaz yazarları, şimdinin daktilo memurları oluverirler.
Tutkunun ressamları bu gün ancak özel günlerde dostlarının fotoğraflarını çekebilirler. Kasetleri yok satan bestekarlar, başkalarının kasetlerini satın alabilirler ve her geçen gün sabahı daha az sanatçılı bir dünya uyanır uykusundan ve daha az özel, çok daha sıradan bir dünya...
Eğer her gün şu pembe defteri elime alıp birşeyler yazıyorsam, demek ki hala onüç yaşın çocuksu heyecanları bende yaşıyor demektir. Bu iş, bende biraz olsun güç kaldığını fısıldıyor bana ama gümbür gümbür bir sesle değil, korka korka usulcacık.
Bu minik dürtüye sarılıp, elime kalemi alma cesaretini gösterdiğim için teşekkürü kendime bir borç bilirim. Ve inanıyorum ki, şu girdiğim dönem, kalem kağıtla değil de, yaşayarak yazdığım eserim olan hayatımın, olmazsa olmaz kısmını oluşturuyor.
İşte bu yüzden, birkaç karalama kağıdını geçmeyen insan yaşantıları karşısında, AYDİLGE SARP’ın ömrünü bir sanat eseri olarak tamamlayabileceğimi hala bana söyleyen sevgili yüreğim önünde saygıyla eğiliyorum.
Ah şu tatminsizliğim, hiçbir işten zevk almayışım, kısa sürede sıkılmalarım öldürüyor beni. Öyle acı dolu bir hayatı yutmuşum ki, artık neyin tadına bakarsam bakayım, o acı tat geçmiyor. Binbir çeşit şeyi de denesem nafile. Hiçbirinin tadı tuzu yok. Sadece o korkunç acının, dilimle beraber tüm organlarımı yaktığını hissediyorum. Ve ben bu ağır yemeği hazmedemiyorum.
|
||
Diğer Öyküler
|