aydilge sarp
|
Beyaz Atlı Prenslerin Sonuncusu
|
Diğer Öyküler
|
Anlamıştım. Dilge artık eskisi gibi değildi. İkimiz de olacakları sıkıntı içinde bekliyorduk. Karşılaştıkları ilk andan itibaren, prensle gidip gitmemek arasında bocalıyordu. “Gerçeklik” denilen sıkıcı kalıpların içinde onun yer almadığını bildiğinden, prensi unutmaya çalışıyordu. Ama aslında kalıplardan kendisi de kurtulmak, prensle beraber olmak istiyordu. Gerçeklik hapishanesine bedenini soksa da, yüreği dışarıda kalıyor, azap içinde prense kavuşmak için yanıyordu.
O zamanlar, bütün bunların farkında değildim. Sıkıntılarının nedenini bilemiyor, hiç bir çözüm yolu bulamıyordum. Anlattıklarını unutmayı denedim; olmadı. Her geçen gün sıkıntılarından daha da çok bahsederek buna izin vermedi. Böylece ben, sayfalar dolusu acıyla dolup taşmaya başladım. Bir gün eskiden yazmış olduğu çiçekli böcekli masum yazılarını okumasını önerdim ona. Belki biraz keyiflenir diye düşünmüştüm. Ama tam tersine, Dilge daha da çok sinirlendi. Acı, kin ve küçümsemeyle karışık, karman çorman bir kahkaha attı:
“O yazıların hepsi yalandı” dedi. “Çocukluğumda ne kadar acı çektiğimi, sen de biliyorsun ben de. Bunları bana yeniden okutacağına, korkularımı, acılarımı, sıkıntımı yazdığım; çiçeklerle, böceklerle örtemediğim şimdiki yazılarımı görsene artık! Tabii, katıksız acı görmeğe dayanabilirsen!”
Doğru söylüyordu. Küçükken, çok acı çekmişti. Bu yüzden, şimdiki bu çarpık değişimini, nedenini bulamadığım sıkıntılarını, önceleri çocukluğuna bağlamıştım.
Büyük büyük kabuslar basmıştı çocukluğunu. Yine de kötü şeyler yazmaya kıyamaz, hep tatlı sözler, güneşli cümlelerle anlatırdı olanları. Oysa açık açık yazsaydı kinini nefretini, bari benle başbaşayken anlatsaydı dertlerini, belki de ağzından ölmüş kuru çiçekler yerine, gerçek menekşeler, güller dökülürdü şimdi. Ben böyle düşünürken, o esas derdinin çocukluğu olmadığını biliyor, yine de en büyük sırdaşı bana bile hiçbir şey anlatmıyordu.
Bir gün eline kalemini aldı, yine o cani ruhlu yazılarından birini yazmaya koyuldu:
“Çocukluğumda bir sürü korkularım vardı. Geceleri kendi başıma yatamazdım. Karnımın içinde şiddetli ağrılar alem yapar, midem bulanır, nefesim tıkanırdı. Ama kimse acımadı bana ve geceler gelmeğe devam etti. Bir sürü gece, arka arkaya hiç durmadan, hiç yorulmadan, bana hiç soluk aldırmadan üzerime saldırmayı sürdürdüler. Masallardaki şovalyeler, beyaz atlı prensler de kurtarmaya gelmedi beni. Onlar hep Cinderalla'ları, Rapunzel'leri bana tercih ettiler. Sonra, elinde değneğiyle iyilik perisini bekledim; ama o da Uyuyan Güzel'lere yardım etti. Korkular ve acılar ise hep benim yanımda kaldılar. Sağ olsunlar, gündüzleri bile hep yanımdaydılar! Çünkü ben, geceleri acı çekeceğimi bildiğimden gündüzleri de sıkıntıya boğulurdum.
Anneme hep çok iyi davranmak zorundaydım; çünkü geceleri benim yanımda yatan oydu. Bazen deli gibi kızdırırdı beni ama sinirimi içime atar, ona karşı gelemezdim. Babamsa, anneme kızardı, “Kocaman kız oldu, hala yanında yatıyorsun,” diye. Bu yüzden babam beni hiç sevmiyor sanırdım. Ya annemi ayartır da ben yalnız yatmak zorunda kalırsam diye gün boyu korkardım.
Geceleri ablam ve babam gibi televizyon seyretmek isterdim ama annemin uykusu erken geldiğinden ve ben ona muhtaç olduğumdan, istemeye istemeye arkasından giderdim. O yanımda yatıyor diye rahattım sanma sakın. Buz gibi terler dökerdim. Korkular, sıkıntılar rahat bırakmazlardı beni. Beş dakikada bir sorardım:
“Anne uyudun mu?”
“Hayır kızım.”
“Benden önce uyuma, olur mu anne?”
“Olur kızım.”
“Anne...”
“Tamam kızım, senden önce uyumam.”
Annemle babam bazen gece gezmesine giderler, eve çok geç dönerlerdi.
“Kızım, güzelim, Ahmet Amcanlar bizi yemeğe davet ettiler...”
Belki yavaş yavaş alışırım diye gideceklerini on onbeş gün öncesinden söylerdi annem. Bende on onbeş gün öncesinden başlardım korkularıma, cehennemin kıyısında sürünen, düşmemek için direnen bir sefil gibi. Gidecekleri an geldiğinde cehennemin ortasına düşeceğim anın da geldiğini anlar ve hiçbir zaman kime ait olduğunu bilemediğim o kara elin beni aşağıya itmesini beklerdim. Bir gün olsun itmediği de olmadı zaten. Sanki ateşin içine hızla düşüşümü ve acıdan cayır cayır yanışımı seyredip kahkahalarla arkamdan gülen biri vardı.
Bu andan sonra hatırlayabildiklerim, annemin huzursuz huzursuz beni öpüşü, babamın “Hadi yahu, geç kalıyoruz” deyişi, annemin ayaklarını sürüye sürüye gidişi ve suratıma kapanan kapı. Bilirdim, annemin aklı hep bende olacaktı ve hiç eğlenemeyecekti. Annem huzursuz olduğu için babam sinirlenecekti. Annem, “Gidelim artık çocuk korkar” dedikçe, babam daha bir kuduracaktı ve benim yüzümden ikisi de eğlenemeyecekti. Demek ki ben, kötü bir çocuktum. Evet, ben bir baş belasıydım!
Onlar böyle güzel bir gece yaşarken ben de yataklarına yatıp onları beklerdim. Saatlerce beklerdim. Sanki seneler geçerdi de gelmezdiler. Uykusuzluktan gözlerim şişmeye başlardı. Benden önce uyumayan anneciğime ihtiyacım vardı. Gerçi korkmayayım diye yanıma anneannemi bırakırlardı ama ben masallardaki kötü kalpli üvey anneye benzetirdim onu. Bana baktığı için böbürlendikçe böbürlenir, "Şöyle yapma giderim ha, böyle yapma uyurum ha!" diye tehditler savururdu. En sonunda da horul horul uyurdu zaten.
Bense, evdeki sessizlikten ve yalnızlığımdan faydalanarak korkunç sesler çıkartan canavarları duymamak için televizyonu açardım. O zamanlar yalnızca TRT 1 vardı ve hiç tanımadığım adamlar, hiç anlamadığım konulardan bahsettikleri sıkıcı programlar yaparlardı. Bense merdivenleri dinlerdim. Kulağım kapıda, korkularımın ıslattığı yatağın içinde, o iki kurtarıcımın ayak seslerini beklerdim. Bir kaç ayak sesi duydum mu, nasıl da ümitlenirdim! Ama onlar hep başkalarının ayak sesleri olurdu. Neyseki en sonunda anahtar, kapının kilidinde şırak diye dönerdi. Bu, anahtarın bana verdiği işaretti. İşte şimdi cehennemden çıkabilir, annemle babama kavuşabilirdim. Küçük mahkum, artık serbestti.
Ve her günün sonunda olduğu gibi, yine annemle babam ayrı yatmak zorunda kalır, babam iki kişilik yatakta tek kişilik uykusunu uyur, annem de benim odamdaki yarım kişilik kanepeye büzülürdü:
“Benden önce uyuma, olur mu anne?
“Olur kızım.”
“Anne, uyumadın değil mi?”
“Uyumadım kızım”
“Anne...”
“Tamam kızım, senden önce uyumam.”
Okul hayatıma gelince, o iğrenç öğretmenimi hiç unutamıyorum. Bana bir öğretmenden nasıl nefret edileceğini o öğretti. Beni hiç sevmedi, anneme çok bağlıyım diye... Sert sevgi yöntemiyle beni eğiteceğini sanıyordu herhalde.
Okulda sık sık karın ağrısı çekmemin gerçek bir nedeni olmadığını savunur, benim kapris yaptığıma inanır ve yalvara yakara çağırdığım anneme haber vermemek için elinden geleni yapardı. Bense, ağrıdan ezile büzüle, bir insan ezmesi haline gelirdim. Bazen, o cadının beni ekmeğine kaşık kaşık sürüp fıstık ezmesi niyetine yalayıp yuttuğunu görürdüm kabuslarımda. Benim ağrıdan ölecek duruma gememi bekler, ancak öyle çağırırdı annemi. Zavallı annem, içi yana yana iş yerinden fırlar, pamuk prensesini kötü kalpli cadının elinden kurtarmaya gelirdi. Kötü kalpli cadı ise beni bir sınıf dolusu üvey kardeşimin önünde rezil eder, “Koskoca kızsın, hala anneni okula çağırıyorsun!” diye bağırırdı.
Tabii ki, sınıfta hiç kimsenin saygısı kalmamıştı bana. Kimse de benimle oynamak istemezdi. Ben de tek başıma bahçeye çıkıp deli gibi oradan oraya koşar, “neredesiniz, nereye saklandınız?” diye yüksek sesle boşlukla konuşurdum. Aradığım kimse yoktu aslında. Sadece, çevredekilerin beni birileriyle oynuyor sanmasını ve aslında yapayalnız olduğumu anlamamalarını sağlamaktı amacım. Neyseki bütün bunlar geçti gitti. Artık benim için, birer hayalden öte değiller. Benim gerçek sorunum, gerçek sorunum şu ki, OFFFFF!
Aklımı yiyip bitiren biri var. Beyaz atlı prenslerin sonuncusu...
Onun var olup, olmadığını nasıl bileceğim? Beraber bu dünyada yaşayamayız. Kimse onu görmüyor, duymuyor, hissetmiyor. Birlikte olabilmemiz için tek şansım, onunla gitmek. Peki ya, o gerçekten yoksa? Ya ben delirdiysem? Sevgili günlük, ya gerçekten delirdiysem?”
Onu rahatlatmak için birkaç kelime edecektim ki, tekrar yazmaya başladı: "Şu halime bak, deli miyim diye sana soruyorum. Oysa sen, sadece bir günlüksün.”
Beni bu şekilde değerlendirmesi, açıkça kalbimi kırmıştı ama yine de acısından ne dediğini bilmediğini düşünerek avuttum kendimi. Derdini başkalarına açıklayamamasını da anlıyordum. Kimse ona inanmayacak, deli deyip geçeceklerdi.
"İnsanlar, kendi aciz duyularının algılamayamadığı varlıkları yok sayarlar ve bu varlıkları hissedemeyiş nedenlerinin, onların yokluğu değil, esas kendi duyularının acizliği olduğunu kabullenmezler" diye yazıyordu Dilge'nin en sevdiği kitaptalardan birinde. Yine de inanmak için sevmek yetmiyordu. Kitap doğru mu söylüyordu yoksa gerçekten deliriyor muydu, Dilge de bilemiyordu.
Annesi ve babası, yapılacak en doğru şeyin onu bir psikiyatriste götürmek olduğunda hemfikirdiler. Dilge gitmek istemiyordu ama çaresizdi. Umutlarını son kırıntısına kadar tüketmişti. Uykusuz ve melankolik gecelerde intihar sokaklarında dolaşmaktan eli ayağı tutmaz olmuştu artık.
Ama doktora gitmeğe başladıktan sonra, daha da saydamlaştı varlığı. Hep bir sis bulutunun ardından bakıyor; hiç ağzından düşürmediği sigarasının dumanı gibi, bazı bazı uçup gidiyordu bu dünyadan. Başka diyarlardan gelen sessiz bir hayalet gibi dolaşıyordu sisli odalarda. Varlığını gözümle görsem de, dokunmaya kalktığımda, uçup gidecek bir duman bulutuydu sanki.
Kendinde olduğu zamanlarda ise, acı fışkırtan yazılar yazmağa devam ederek doktorla yaptığı görüşmeleri anlatıyordu: “Doktor bana bir ilaç verdi. Oysa, doğru dürüst hiçbir şey konuşmadık ki! Vay canına, bir insanı tanımak ne kadar kolaymış; onu kalıplara sokup, bir ilaç kutusunun içine tıkıştırmak! Demek ki ben, “Tıs tıs” ilacını kullanması gereken hastalardan değil, “Vız vız” kullanması gereken hasta ruhlardanmışım!”
Dilge'nin sıkıntıları, ilacı kullanmaya başladıkta sonra daha da arttı. Psikiyatrist, “demek ki bu ilaç sana dokunuyor” diyerek başka bir ilaç verdi. Bir de bunu denemesini söyledi. Ama yeni ilaç da Dilge'ye iyi gelmedi. Psikiyatriste bir şeylerin yannış gittiğini anlatmaya çalışıyordu ama çabaları boşa çıkıyordu.
“Bakın, ben parfüm satın almıyorum. Doğru parfümü bulmak için bir çoğunu denersiniz. Parfüm deriden uçar gider ama ilaçlar beynimden öyle uçup gitmiyorlar. Her ilaç, duygularımda, aklımda, mantığımda hasarlar bırakıyor. Ben deney tahtası değilim, ilaçlarınızı kobaymışım gibi üstümde deneyemezsiniz. Ben bir insanım, insanım ben anlıyor musunuz? İnsanım ben...”
“Ne yazık ki, ilaçlar herkeste aynı etkiyi yaratmıyor. O yüzden, doğru ilacı bulana kadar biraz sıkıntı çekiyoruz," demişti doktor.
“Sıkıntı mı çekiyoruz? Sıkıntıyı biz çekmiyoruz, ben çekiyorum, yalnızca ben... İnsanlar, tamir edilmeyi bekleyen mekanik varlıklar değildirler. Kimse aynı değildir ki ilaçlar herkeste aynı etkiyi yaratsın . Bizler makine değiliz. Bizler insanız, anlıyor musunuz? Bizler insanız, insanız biz...”
|
||
Diğer Öyküler
|