aydilge sarp
|
Üçüncü Şahıs
|
Diğer Öyküler
|
Bütün yerler dolmuş...
Karanlık, salona çöküyor. Seyirciler, yıldızın sahneye çıkarak ışığıyla karanlığı aydınlatmasını bekliyorlar. Onların uğultularını sahne arkasından duyan Ela, havada dolaşan, birbirine karışan ve taa Ela'ya kadar uçuşan o ses bulamacını dinliyor. Emre'ye ait harfleri yakalama umuduyla soluk alıyor, ellerini havaya kaldırıp bütün gücüyle zıplıyor. Ama Emre'nin soluğunu taşıyan ne bir sözcüğe ne de bir harfe rastlıyor. Ağlamak istiyor. Hıçkırıklar göğüs kafesine hapsolmuş, ağlayamıyor.
Koltuklarında oturan izleyicilerin fotokopi yüzlerine bakıyor. Ela gözleri Emre'yi arıyor. Ondan sesini, hatta soluğunu bile esirgeyen Emre'yi...
Keman şarkısına başlıyor. Ela, mavi ipekten elbisesinin içinde adımlarını attıkça, salon yavaş yavaş aydınlanıyor: “Bir ve iki ... Yavaş... Adım üç ve dön.... Emre orada mısın?... Ve bir ve iki ve üç... Ordasın biliyorum... Maviye boğuluyorum... Ve dön... Gözlerine bakmamalıydım... Ve bir... Hiç bakmamalıydım... Tek senin için bu dans... Bir tek senin için... Emre beni görüyor musun? Bak nasıl da havaya sıçrıyorum! Nasıl da güzel dönüyorum parmaklarımın ucunda! Senin için Emre, görüyor musun?”
Alkış sesleri.
Dans bitti.
Daha çok alkış.
Daha çok bitti.
Emre hissiz. Emre donuk. Demir bakışları çarpıyor Ela'ya. Yoksa gidiyor mu? Seyircilerin arasından sıyrılıp dışarı mı çıkıyor? Ela'nın gülümsemesi, yüzünden yuvarlanıp tozlu tahtalara düşüyor. Dans ederken kaldırdığı bütün tozlar ağzına, burnuna, kulaklarına doluyor.
"Bizi, bu adam için mi ayağa kaldırdın? Çekti gidiyor, işte bak!” diye bağırıyor kızgın tozlar. Ela, yere serilmiş gülüşüne bakıyor. Bütün gücüyle, pis bir böcek ezercesine, pabuçlarının ucuna basarak eziyor gülüşünü. Uzun siyah saçlarını yoluyor, duvara vuruyor başını, bir daha bir daha vuruyor, tırnaklarını geçiriyor yüzüne. Darbelerine dayanamayıp çatlıyor duvar. İlk önce kan fışkırıyor ağzından. Sonra elleri ayakları kopuyor; başı çatlıyor. Bir iki dakika sonra, tozlu sahnenin üzerinde parçalanmış bir şekilde yatıyor Ela.
Bitti.
Son.
Değil.
Ölümden sıçrıyor. Elleri, boynu, yüzü ter içinde. Çarşaf sırılsıklam. Yatağından hızla kalkıyor. Okula gitmeli. Kabusun sıkıntısı peşinde . İçinde kara bir bulut. Bu "gitmek bilmez, davetsiz misafir!", Ela'nın ruhunu kirletiyor. Dua etse? Tanrıyı ansa? Öyle haykırarak değil, mırıl mırıl...
Sessizce...
"Emre rica etsem bana aşık olur musun söyle!"
Sessizlik dibe vuruyor.
"Dileklerimi yerine getirmekten başka işi olmayan bir tanrı lazım bana. Köle bir tanrı. Yoksa bir cin mi dileğim?”
Mavi.
Emre'nin gözleri.
"Emre beni sevsene!"
“Abla, bir tane mendil alsana!” diyor çocuk. Buz gibi soğuk hava. İncecik gömlek. Pantolon taklidi yapan paçavrayla örtünmeye çalışıyor çocuk. Yanından kaçarcasına uzaklaşıyor Ela. Kendinden utanıyor. Tanrıya dua eden çok çocuk var.
Ama yine de Mavi, Emre'nin gözleri.
"Emre beni sevsene!"
Okul merdivenleri. Kantine gidiyor. Ellerindeki kan, damar damar çekiliyor. Hızla saçlarını düzeltiyor. Kantinin kapısını açıyor. İlerliyor a-ğır a-ğ-ı-r.
“Ve bir ... ve iki ... ve üç...ve bir ... ve iki... ve üç... ve dön ve EMRE EMRe EMre Emre!" Arkadaşlarıyla birlikte gülümsüyor Emre. Bir şeyler anlatıyor onlara. Ela'sız şeyler...
“Ela, gelsene buraya!” diyor Işık. Zoraki bir tebessümle yanına gidiyor Ela. Işıl Işıl parlayan gözleriyle, Cumartesi günü neler yaptığını anlatıyor Işık. Poğaçasını yiyiyor, “Kilo alır mıyım acaba?” diye soruyor Ela'ya. Ela'nın bakışları Emre'nin gözlerinde don yemiş. Emre uzak, Emre soğuk. Yüreğinin çatlaklarından ela gözyaşları süzülmüyor.
Ders vakti geliyor. “Acaba bir poğaça daha yesem mi?” diye soruyor Işık. Gözleri poğaçalarda, istemeye istemeye derse gidiyor. Ela da onun ardından, gözleri Emre'de, istemeye istemeye...
Esin Hoca bir yandan çayını yudumluyor, bir yandan ders anlatıyor: “Eğer Romeo ve Juliet ölmeseydiler, ömürleri boyunca birbirlerine aşık kalabilir miydiler; yoksa tılsım bozulur muydu?"
Ela, hocaya gözelerini dikmiş bakıyor, arada bir de anladığını belirtircesine başını sallıyor. Aklında Emre ve Ela'nın aşkı, Romeo ve Juliet'in değil...
“İşte Romeo ve Juliet'in edebi değeri...” Esin Hoca konuştukça, hayal kurması zorlaşıyor, dikkati dağılıyor Ela'nın. Bir can sıkıntısı, dilini kaplıyor.
“Burada biraz daha kalırsam, gömeceksiniz beni," diyor Işık'ın kulağına. Emre'yi görmek gerek. OTUZBEª dakika kere ölmeden. 2100 saniyeye kurban gitmeden.
Birden ayağa fırlıyor; “Yeter! Ben gidiyorum” diye bağırıyor. “Romeo ve Juliet'in canı cehenneme!”
Sınıfın şaşkın gözleri...,
Ela'nın kızgın ve hırslı sesi...
Çarpan kapı, ve ela bir kaçak...
Aklı başından gitmiş bir şekilde, bitişe koşan bir maratoncu gibi Emre'nin sınıfına doğru koşuyor. Sınıfın önüne geldiğide bir saniye olsun duraksamıyor, hızla kapıyı açıyor. Tahtanın önünde duran hocadan ve ona doğru bakan otuz bir kafadan hiç utanmadan, “Emre!” diye bağırıyor Ela. “Seninle konuşmak istiyorum. Lütfen dışarı gelir misin?”
Emre ayağa kalkıyor. Gözleri Ela'ya düğümlü. Ela'nın eli ayağı titriyor. Bir yürek zelzelesi sarsıyor bedenini. O sarsıntının arasında hocanın kart sesi "otur yerine Emre! Sen de her kimsen, çık dışarı!" diyor.
Emre, Ela'ya doğru yürüyor.
“Emre, otur dedim sana!”
Emre, yürümeye devam ediyor.
“Oğlum, otursana diyorum!"
Emre, hızla hocaya dönüyor. Bir roman kahramanının tavırlarını takınarak “Kapa çeneni artık!” diye bağırıyor hocasına. “O kızı seviyorum ve onunla gidiyorum, tamam mı?”
İşaret parmağını tehditkarca savuruyor. Figüran öğrenciler Emre'yi alkışlamaya başlıyorlar. Emre Ela'ya dönüyor, yüzü yumuşuyor. Gözlerinin içi parlıyor. Bu bayatlamış sahneyi yazarken yazarın içi bulanıyor. Ela da sevinçle ona doğru yürümeye başlıyor. İçinden mırıldanıyor “mutluluğa doğru adım, bir ve iki ... ve üç ... ve ...”
“Eee, bana Ela söylesin bakalım, Romeo ve Juliet'in türü nedir?" diye soruyor Esin Hoca. Oysa Ela, başka bir dünyada attığı adımlarını sayıyor.
“Duymuyor musun sana soruyor hoca,” diye dürtüyor arkadaşını Işık.
Hayal dünyasından kopup geliyor sınıfa Ela.
“Yoksa notlarını yine mi kaybettin?” diye soruyor Esin Hoca.
Ela, ders notlarını arıyor, kağıtların içinde kayboluyor. Sonra da günün içinde...
Servise binerken Emre'yi son bir kez görme umuduyla camdan bakıyor. Emre yok.
“Bugün de hiçbir şey olmadı! Yoksa tanrı yok mu?”
Eve vardığında, anahtarını çıkarıyor.
“Anahtar sol cebimdeyse, Emre beni sevecek; sağdaysa sevmeyecek,” diye geçiriyor içinden.
Anahtar sağ cebinde.
Akşam evde, annesi ve babasına “televizyon seyreden kız” taklidi yapıyor, gerçekteyse Emre'yle konuşuyor. İçinden.
"Emre rica etsem beni sever misin?"
Uyuyor, uyanıyor Ela. Kalkıp okula gidiyor. Üzerinde garip bir cesaret. Kalın bir palto gibi, sımsıkı. Elinde Emre'ye yazdığı bir şiir. Emre'nin defterinin üzerine gizlice bırakıyor. Ama Emre, görüyor Ela'yı. Birkaç saniye oyalanıyor ve sonra masasına dönüyor. Şiir orda. Dudaklarını kıpırdatarak sessizce şiiri okuyor. Ela da mırıldanarak eşlik ediyor ona.
Kantinde sigara dumanı. Dumanın iki köşesinde iki ayrı kişi. Aynı anda, aynı şiiri beraber ve sessizce okuyorlar. Emre, yalnız okduğunu sanıyor:
“Gözlerinde yanan ateşler karanlığın dumanında
Tatlı bir fısıltı gibi esti bütün saçlarımda
Uçuşan mavi pırıtılar
Kendime gelmem için
Öptüler gözbebeklerimi.
Duymadım ve görmedim sanki hiç
Senin mavi gözlerini.
Hastalıklı vücutlar gibi eridi bedenim
Sensizliğin yalnızlık gölüne dolarken
Ve senin gözlerin yaktı bütün benliğimi
Eflatun bulutlar dudaklarımdan geçerken
Yeşil mavi arası mutluluklar, pembe gülüşlerle birleşince
Arayıp durur oldum seni
Ve senliliğe haran oldum, sensizliğe düşman olduğum gibi.”
Şiir biter bitmez, Ela'daki cesaret, yerini kardeşine bırakıyor; umutsuzluğun doğurduğu başka bir duyguya. Çekingenliğe. Ela, korkuyor. Hızla kantinden çıkıyor. Umutsuzca derse gidiyor. Arkasındandan Emre'nin geldiğini farketmemeye çalışıyor. Ama Emre orda, arkasında.
O anda Ela'nın tüm yürek düzeni, yıkılıyor. Aşkı, yüreğinde bastıramadığı bir ayaklanma çıkarıyor. Cesaret ve çekingenliğin savaşı başlıyor. İki kardeş de Ela'yı kendi egemenlikleri altına almak istiyorlar. Korkunç bir taht kavası, saliselerce sürüyor. Sonunda çekingenlik galip geliyor. Cesaret, yere serilmiş yatıyor. Ela, hızla Emre'den kaçmaya başlıyor. Ama Emre'nin sesi durduruyor onu: “Gözlerinde yanan ateşler, tatlı bir fısltı gibi esti bütün saçlarımda ve uçuşan ela pırıltılar, kendime gelmem için öptüler gözbebeklerimi. Sanki hiç görmedim ve duymadım ben senin ela gözlerini...”
Ela donup kalıyor. Emre, Ela'nın yüzünü avuçlarının içine alıncaya kadar da ısınmıyor. Tam Emre onu öpeceken, Bora, Emre'yi dirseğiyle dürtmeye başlıyor.
“Lan oğlum Emre, kaydın yine! Sabahın köründe, üstüne üstlük derse giderken, nasıl böyle hayallere dalabiliyorsun, anlamıyorum. Hem de bu pis servisin içinde!"
Hayallerden gerçeklere düşüyor Emre.
Tepetaklak.
Zemin sert.
Canı yanıyor.
“Kusura bakma Bora," diyor, "kafam dağılmış biraz.”
"Ben senin niye dağıttığını biliyorum," diyor Bora. "Oğlum, baksana erkek arkadaşıyla ne kadar mutlu o!”
Emre bakıyor, yan çaprazında oturan Ela'ya ve sevgilisine.
"Bora biliyor musun, çocuk Ela'ya sarılmış, Ela da başını onun omuzuna yaslamış. Benden ve hayallerimden ikisi de habersizler."
"Onların kendi hayalleri vardır," diyor Bora. "Emresiz hayaller... Abi be, sen en iyisi yine 3. Şahsın Şiiri'ni mırıldan gitsin!
Emre üzgün bakışlarını hayırsızın birinden ayırıyor. Bir sigara yakıyor, parmaklarının ucunu yakıyor.
Fekaketi oluyor.
Ağlayamıyor.
(Atilla İlhan'a ithafen)
|
||
Diğer Öyküler
|