aydilge sarp
|
Beyaz Atlı Prenslerin Sonuncusu - 2
|
Diğer Öyküler
|
Zavallı Dilge, gözümün önünde eriyip gidiyordu. Aşkını yanında istiyor, onu deliler gibi seviyordu. Ama etrafında aşkı yerine psikiatristler uçuşuyordu. Beyaz atlı prenslerin sonuncusu, onu görmeye gelmiyordu artık çünkü Dilge, onun bir hayal olduğuna inanmaya çalışıyor; onu sürekli kendinden uzaklaştırıyordu:
“Bu bir yok oluş. Yok oluşumun ilk günlerini yaşıyorum sevgili günlüğüm. Mavimsi uçurumlar gördün mü sen hiç? Ayak izlerim, mavimsi uçurumlar üzerinde yürüyor. Sanki ayaklarım ve ben, turuncu ve siyahın kavagasının üzerinden yürüyüp geçiyoruz. Acıyı taşıyamıyor izlerim, ezilmenin sızısıyla ve hep beraber ağlıyoruz yalnızlık yolunda. Korkudan titreyerek yan yana yürüyoruz, korkunç bir karanlığa doğru...”
“Dün gece bir kabus gördüm. Cehenneme bir yolculuk yapıyormuşum. Sırtımda gitarım ve düşlerimin ağırlığı varmış. Onları gerçekleştirememenin suçluluğu, eline bir kamçı almış, beni kendime düşman ede ede vuruyormuş bana. Sonra, asiler basıyormuş hayallerimi. Gerçeklerim zaten düşlerime kızgın, düşlerim dünyaya dargın; benim en yakınlarım sevgili uzaklıklarım... Sonra kabus bitiyor, uyanıyorum. Önümde yepyeni bir kabus başlıyor ve bundan uyanabileceğimi hiç sanmıyorum.”
Günler geçiyor, Dilge bir psikiyatristten diğerine dolaşıp duruyordu. Bir tanesinin verdiği ilaç, vücudunun su toplamasına neden olunca bütün vücudu şişti. Damarları mosmor kesilmiş bir şekilde, derisinden dışarı fırlıyordu. Ve sonra başka ilaçlar, başka sıkıntılar...
Depresyon geçirici olduğu söylenen birçok ilacın yan etkilerinden biri de sıkıntı vermekmiş meğer. Zavallı kız..., zavallı denek... Sıkıntıları sürekli artıyordu. Bazı psikiyatristler vakit doldurmak, bazıları da bir şeyler söylemiş olmak için ağır ağır ve kısık sesleriyle boş sözler geveleyerek Dilge'nin uykusunu getiriyorlardı. Bazıları da, o konuştukça karşısında uyuyorlardı. Diğerleri ise, derste devamlı kaç dakika kaldığını hesaplayan, zile beş kala saniyeleri sayan sıkılmış öğrenciler gibiydiler. Çaktırmamaya çalışarak duvarda “Tık Tık” diye sinir bozucu sesler çıkaran saatin saniyelerini sayardılar. Bir tanesi de, terapinin ortasında telefon edip kendine İskender Kebap söyletmişti. Dilge, buna sinirlenince de, onun da bir insan olduğunu ve herkes gibi karnının acıkabileceğini savunmuştu. Ama hepsinin ortak bir yanı vardı; söylemeyi en sevdikleri cümle aynıydı: “Zamanımız doldu, ücreti sekretere ödeyiniz.”
“İnsan artığı zavallı çürük ruh” muamelesiyle sıkça karşılaşıyordu Dilge. Ama artık tepki gösterecek, karşı çıkacak hali kalmamıştı. Uyuşturucu ilaçlar onu edilgen kılıyor, benliği üzerindeki tüm haklarını elinden alıyorlardı. Beyaz atlı prensi unutup, gerçek dünyada yaşaması gerektiğine inandırmaya başlıyorlardı onu.
Son gittiği psikiyatrist, Dilge'nin çabuk iyileşememesini, sık doktor değiştirmesine bağladı. Yapmacık bir şekilde, güya rahat bir ortam havası vermeye çalışılarak döşenmiş iç karartıcı odalardan bir başkasında söylemişti bunu Dilge'ye. Garip resimlerle, ünlü filozofların duvarlara yapıştırılmış ağır laflarıyla, kuru çiçekler ve kuru ruhlarla kaplı muayinehanesinin uyuşuk odasında...
İlk görüşmenin sonunda, doktor Dilge'nin sanrı gördüğüne karar verdi. Bu kararının yanında bir sürü uyuşturucu ilaç da verdi.
Artık Dilge, çoğu zaman uyuyor, ne bir düş ne de gerçeklik aleminde yaşıyordu. Yanı başında onu bekliyordum. Belki bir şeyler yazmak ister diye, ama yazmadı; uyudu, hep uyudu. Belli ki artık sıkıntıları kalmamıştı, ama artık duygu ve düşünceleri de kalmamıştı. Bir ara kendine gelir gibi oldu.
“Sıkıntın var mı kızım?" diye üstüne titreyerek sordu annesi. Dilge, zorlukla şunları fısıldadı annesine: “Böyle insanlıktan çıkmış, uyuşmuş bir haldeyken sıkıntımın olmaması önemli değil. Ben yaşarken sıkıntısız olmak istiyorum, yaşarken, anlıyor musun anne? Yaşarken, ben yaşarken...”
Sonra onu bir hastaneye kapattılar. Ailesini görmesini de yasakladılar. Bir tek ben vardım yanında ve o da bir tek benimle dertleşebiliyordu. Her zaman olduğu gibi, bir tek benimle...
Bir gün sayfalarıma, annesine seslendiği bir mektup yazdı: “Sanırım burası cehennem dedikleri yer. Sen burayı bilmezsin anne. Ben de bilmezdim.
Anne, bana niye yalan söyledin? Hani cehenneme kötüler giderdi? Peki ya ben, niye buradayım? Ben iyiyim anne, iyiyim öyle değil mi?
Durumum kötü anne. Burası kapkaranlık, vücudun ise mosmor. Zebaniler dövüyor sanki beni. Tir tir titriyorum. Cehennemde, sandığın gibi yangınlar yok. Beni içimden yakıyorlar. İçim yanıyor anne; ateşten değil, acıdan. Donmak da yakıyor insanı anne. Burada hepimiz, zındanlara kapatılmış mahkumlar gibiyiz. Bazen öteki mahkumların çığlıklarını duyuyorum. Kapatmak istemiyorum kulaklarımı. Yoksa yalnızca kendi çığlıklarımla baş başa kalırım. Biz burada çığlıklarımızı paylaşıyoruz, anne.”
Aradan üç ay geçmişti. Hala hastanede kalıyordu. Ellerinde sihirli deynek olmadığını söylüyordu doktor.
“Artık, beyaz atlı prensi görmüyorsun değil mi Dilge?”
“Görmüyorum.”
“Biliyorum musun Dilge, gittikçe iyileşiyorsun. Bana ilk geldiğin günleri hatırlıyor musun? Beyaz atlı prensle ilgili gördüğün hayalleri gerçek sanıyor, hatta onunla bir yerlere kaçmayı bile düşünüyordun.”
“Evet, ama artık düşünmüyorum.”
“Aferin sana. Yarın sabah, yine uğrayacağım. Şimdi başka hastaları da ziyaret etmem gerek.”
“Çünkü, siz onu öldürdünüz.”
“Efendim?”
“Prensimi öldürdünüz, çünkü hayallerim ilaçlarınız sayesinde çürüdüler. Ben de artık sizler gibi gerçekliğin içinde hapsoldum. Kendinizle gurur duyabilirsiniz.”
Doktor, bir süre olduğu yerde, öylece kalakaldı. Sonra yan odadaki hastanın çığlıklarıyla kendine geldi. Koşarak odadan çıktı.
Dilge, saatlerdir gözlerini cama dikmiş bakıyordu. Yüzü ceset gibi donmuştu. Gerçekliğe arada bir uğrayan bir düş kahramanı gibi, gidip gidip geliyordu düşünceleri. Öylesine var ve öylesine yoktu ki, gerçek mi hayal mi bazen kestiremiyordum.
Ama biliyordum, o artık eskisi gibi değildi. Prens yoktu artık ve Dilge de bir ölüden farksızdı. Gözlerine, gitmek bilmez bulutlar çökmüştü. Günlerdir, ağzından tek kelime çıkmıyordu. Sonra birden, aniden, hiç beklemediğim bir anda konuşmaya başladı; son sözlerini söyleyen bir idam mahkumu gibi...Sesi duyulmuyordu, yüreğini dinledim:
“Gece uçuşlarında sayıklamalarda soyundum. Gözbebeklerimde meleğimin ölüm izleri... İzleri takip eden başka bir sessizliğim ben; pembe rüzgarla beraber uçuracağım kendimi.”
Dilge, iyi misin? Dilge'ciğim, beni duyuyor musun?
“Gökkuşağı korkuyor renklerini kaybetmekten. Maviyi yitirmenin hüznü tüm renkleri sarmış, bırakmıyor... Güneş, uçuruma çarpıp gözlerime battı, acıyı doğurdu. Bu küçük bebek cehennemde, bana yoldaş oldu.”
Dilge, benim! Günlüğün, sevgili günlüğün, duyuyor musun?
“Kutsal ruh uçuşa geçti. Suçlu artık idam edilecek. İpler çekilirken benim kemiklerim eriyecek. Bütün yaptıkları ise sadece seyretmek, etim üstünde ruhsuzca dans etmek.”
“Çirkinlikler içinde saatlerdir ölüyorum. Kanımı yoldan geçerken gördünüz, değil mi? Titreyen bacaklarım yuvarlanıyor; ağlıyorlar görmek için meleğimi.Ben,şeytanın gürültüsünde ölümden kaçıyorum. Alsın götürsün beni melek sesizliğine. Uçurumlar bittiğinde yanındayım.”
Dilge...?
“Ateş sessizlikle şarkı içiyor. Gözlerime ateş eden ağrı, içki söylüyor. Duyduklarıma inanırdım belki dudaklarım konuşsaydı ama bu korku ve karmaşa, gökyüzünü otoyola attı, arabalar bana çarptı; gök insanlara parçalandı, yüzü beni andırdı...
“Susuzluklar sessizlikle savaşırken, göz kapaklarım kirpiklerini öpecek. Eğer gelirsen, gök pembe, güneş mavi, gök sana küsmesin, bırakma burada beni. Ölümüm! Ben doğduğumda seninle öldüm, seni bana gömdüm.”
Yüreği sustu. Sonra, birden yüzünde güneş açıverdi, bulutlar dağıldı, ölüm çekip gitti. Beyaz atlı prenslerin sonuncusu; gökyüzünde bir bulutun üzerinden ona gülümsüyordu. Prens, yıldızlardan birini eline alıp ufaladı ve pırıltılı yıldız tanecikleriye göğe, “Seni seviyorum, benimle gelirmisin?” yazdı.
Dilge, yatağından fırlayıp pencereye koştu. Mutluluk, ışık halinde bütün bedenini sarmıştı. Işıl ışıl yanıyordu Dilge. O sırada hemşireler gördüler onu:
“Aman tanrım, dur; sakın, sakın... Doktor bey, yetişin.”
Dilge, pencereden beyaz atlı prensinin koolarına attı kendini. Ve ben, mutluluğun en son noktasını, o anda yüreğime koydum. Gözlerim olsaydı, ağlayacaktım. Belki de ağlamıştım bile. Anlıyor musunuz, ağlamıştım ben...
|
||
Diğer Öyküler
|